Bir gün bir tavşan ormanda neşeyle yürüyormuş. Derken karşısına tanımadığı bir hayvan çıkmış. "Nesin sen?" diye sormuş tavşan. . "Ben katırım. Annem eşşek, babam ise bir attır." demiş. Tavşan "Hmm... hayli enteresan." diyerek yoluna devam etmiş. . Derken yine tanımadığı bir hayvana rastlamış. . "Peki sen nesin?" . "Ben bir kurt köpeğiyim. Annem köpek, babam ise kurttur." Tavşan yine "Enteresan..." diyerek ilerlemiş. . Ancak bu sefer karşısına ne idüğü belirsiz bir hayvan daha çıkmış. . "Sen de kimsin?" "Ben bir devekuşuyum."
"Hassittir len..."
Sen hiç olmadığın için o kooperatif kurulmadı, o binalar yapılmadı, kasaba bakımsız kaldı, o inşaatta çalışıp para kazanan birçok insan para kazanamayıp serseri oldu.
Bütün seyircilerle birlikte Stewart da, bir insanın farkına varmadan
ne kadar çok başka insanın hayatına değdiğini, o hayatları varlığıyla
değiştirdiğini, en sıradan insanın bile bu hayatta tahmin edemeyeceği
ölçüde önemi olduğunu görüyordu.
Tavana asılmış, birçok değişik parçadan oluşmuş oyuncaklar vardır, her
bir parça başka bir parçaya dokunarak bir rüzgar yaratır ve
oyuncak dönüp durur.O parçalardan birini çıkardığınızda bütün rüzgarı kesersiniz.Oyuncak kımıltısız kalır.
Frank Capra'nın o filminde de, hayatın aynen o oyuncak gibi birbirine
değen insanlarla döndüğünü, aradan bir tek insanı bile çıkarıp aldığınızda
hayatın dönüşünü etkilediğinizi, birçok olayın farklılaştığını, herkesin
sandığından daha büyük bir rolü ve değeri olduğunu anlıyordunuz.
Değersiz ve işlevsiz kimse yoktu.Stewart, o yaşlı ve tonton "ikinci sınıf" melek sayesinde bu gerçeği görünce intihar etmekten vazgeçiyordu.
Kendisine o kadar manasız ve değersiz gözüken hayatının aslında birçok
insan için ne kadar değerli olduğunu kavrıyordu.
O intihar etmekten vazgeçince yeniden her şey eskisine dönüyordu.
"Bu muhteşem bir hayat" isimli film, mutlu sonla biterken de
gökyüzünde bir "çın" sesi duyuluyordu.Tonton meleğe, Tanrı çok arzuladığı kanatlarını veriyordu.Kendimizi manasız ve yararsız bulduğumuz zamanlar vardır.Değersiz olduğumuzu, sevilmediğimizi düşünürüz.
Hayalkırıklıklarıyla dolu hayatımızda neden istediklerimizin hiç
gerçekleşmediğini merak ederiz.Cevaplar ararız.Bulamayız genellikle.Cevaplar vardır aslında.Kendimizi yararsız bulduğumuzda çok yararlı işler yapmışızdır,sevilmediğimizi sandığımızda sevilmişizdir, değersiz olduğumuzu düşündüğümüzde değerimizi bilenler çıkmıştır.
Birçok hayatı aynı anda kımıldatan o sihirli rüzgarı
yaratmakta bizim de farkına varmadığımız büyük bir rolümüz olmuştur.
Eğer Tanrı "ikinci sınıf" meleklerinden birini bize gönderse ve bizsiz
bir hayatın nasıl olacağını gösterseydi, sanırım hepimiz kendimize de
hayata da başka türlü bakardık.
Hatta, o melek bize "istediklerimiz gerçekleştiğinde nasıl
bir hayatımız olabileceğini" gösterseydi belki istediklerimizin
gerçekleşmemesi için dua ederdik.Bu muhteşem bir hayattır.
Cevabı ve sırrı kendi içinde saklıdır.Ve, o hayatı hep birlikte yaparız.
Bazen rolümüzden şikayet ediyorsak, bu da rolümüzün
kıymetini bilemememizdendir.
Stewart, minik bir kasabadaki fakir bir işadamıydı.Çocukluğundan beri bütün hayali dünyayı dolaşmaktı ama art arda gelen olaylar yüzünden kasabasını terk edememiş, sonunda babasının pek de parlak olmayan işini devralmak zorunda kalmıştı.Sevdiği bir karısı ve çocukları vardı.Ama işler iyi gitmiyordu.Borçlar birikmişti.Yaşadığı hayal kırıklığına bir de borçlar eklenince dayanacak gücü kalmamıştı.
Karlı bir gece arabasına binip, kasabanın biraz ötesinden akan nehrin
kıyısındaki bara gidip iyice sarhoş olana kadar içtikten sonra kendini
köprünün üzerinden atıvermişti.
Stewart sulara düşerken, karanlık göklerden gelen bir konuşma duyuldu.
Tanrı, "ikinci sınıf meleklerden" birine görev veriyordu.
- Eğer bu ümitsiz adama yeniden yaşama isteği vermeyi
başarırsan, ben de sana çok istediğin o iki kanadı verir, seni birinci
sınıf melek yaparım.Ve, yeryüzüne tonton, yaşlı bir adam kılığında "başarısız"bir melek düşüyordu.O güne dek bir türlü verilen görevleri doğru dürüst yerinegetiremediği için istediği kanatlara kavuşamayan, kederli bir melekti bu.Görevi ise çok zordu.Tümüyle çaresiz, borçlar içinde yüzen, hayallerini kaybetmiş,istediklerinden hiçbirine kavuşamamış, dünyayı gezmek isterken önemsiz bir kasabaya sıkışıp kalmış bir adama hayatı yeniden sevdirecek, o nu intihardan vazgeçirecekti.
Melek yeryüzüne indiğinde, bir polis Stewart'ı sulardan çıkarıyordu.
Onu, kendini sulara atmadan önce son içkisini içtiği bara götürüyordu
ama orası şimdi çok değişikti.Serserilerin toplandığı, pis bir batakhane olmuştu.Kimse Stewart'ı tanımıyordu.
Stewart kasabaya dönüyordu ama orada da eski dostları o nun kim
olduğunu bilmeyen gözlerle o na bakıyorlardı.Kasaba bakımsızdı, çirkindi, karanlıktı.Eski bir okul arkadaşı arka sokaklarda fahişelik yapıyordu.
Karısı ise bir kütüphanede çalışan zavallı bir yaşlı kızdı.
O sulara atlamadan önce ünlü bir adam olarak dünyayı dolaşan erkek
kardeşinin ise bir kilisenin bahçesinde mezarı duruyordu.
Stewart, suya düşmesiyle çıkması arasında geçen bu beş dakikada her
şeyin nasıl bu kadar değişebilmiş olduğunu anlayamadan etrafına bakarken
"ikinci sınıf melek" yanına yaklaşıyordu.Ona anlatmaya başlıyordu.
- Sen hayatına son vermek istedin ya, ben daha iyisini
yaptım, sen hiç bu dünyaya gelmemiş gibi oldun... Sen olmamış olsaydın
ne olacaktı, gör...Kardeşim ne zaman öldü, diye soruyordu Stewart.
- Sen dokuz yaşındayken o kuyuya düşmüştü ve sen o nu
kurtarmıştın... Ama ben senin doğumunu iptal edince ve sen hiç
doğmayınca o nu kurtaracak kimse de olmadı... O çocukken öldü.
- Peki sınıf arkadaşım ne zaman fahişe oldu?
- Bir gün o çok parasız kalmıştı, para bulabileceği hiçbir
yer yoktu ve sen o na borç vermiştin... Ama sen olmayınca o gece
İki adam New York’taki Empire State binasının tepesindeki barda oturuyorlarmış. Biri diğerine dönmüş: - Biliyor musun geçen hafta şunu keşfettim; Bu binanın etrafında öyle kuvvetli rüzgarlar var ki, tepesinden atlıyorsun aşağı, 10. Kata kadar düşüyorsun, sonra rüzgar o kadar kuvvetleniyor ki seni döndürüp 10.Kat penceresinden içeri atıyor...Barmen bunu duyunca kafasını olumsuz bir şekilde sallamış. Öbür adam demiş ki: - Yahu sen deli misin olacak şey değil şu dediğin.. - Yok kesinlikle oluyor denedim ben. İstersen şimdi göstereyim sana. Ve adam kalkmış bardan, gitmiş pencereye, yallah atlamış aşağı. 10.Kata yakınlaşınca birdenbire pencereden içeri doğru kayıvermiş. Sonra da asansöre binip yukarı, bara çıkmış. Öbür adam demiş ki: - Yahu gördüm ama bu bir sefer olacak bir şeydi bir daha olmaz. - Olur olur bir daha göstereyim bak... Ve adam yine cumburlop aşağı atlamış. Yine 10. kat civarında rüzgar adamı pencereden içeri atıvermiş. Adam bara dönünce öteki adama deneyip görmesini söylemiş. Öbür adam: - Haydi bakalım. Hakikaten işe yarıyor demek. Bir deneyeyim...Demiş ve pencereden aşağı atlamış. Direk aşağı uçarken 11. katı geçmiş, 10.kat, 9.kat, 8.kat derken taakk diye kaldırıma yapışmış. Yukarıda barda barmen birinci adama dönmüş ve: - Süpermen, içince eşşoğlueşşeğin teki oluyorsun...
http://www.bozzetto.com/flash/fem_male.htm
Genç adamın hayatındaki en büyük isteği bir rolls-royce sahibi olmakmış. Ailesinden kalan mülkleri satmış. Oldukça borçlanmis.
Ve sonunda biraz hırpalanmış ve eskice bir rolls-royce sahibi olabilmiş. Arabasını alır almaz Newyork sokaklarında turlamaya başlamış.
Fakat şehirdeki o nca güzel araba içinde kimse eski rolls'a bakmıyormuş. Adam şehrin arka mahallelerine yollanmış. Yoksul insanlar gıpta ile arabasına bakarken genç adam büyük bir zevkle arabasının tadını çıkarmaya başlamış. Sonra bir kavşağı döndüğünde iki katlı bir evin önünde park etmiş üç tane rolls görmüş.
Gözlerine inanamamış. İnmiş yakından bakmış. Doğru! üçü de rolls.
Kendi kendine binbir zorlukla sahip olduğu otomobilden bu harap mahallede nasıl olur da bir evde üç tane birden rolls olabildiğini düşünürken, üst katın balkonundan biri kendisine seslenmiş:
Ne o arabalara mı bakıyorsun ? Adam yukarı baktığında 4-5 yaşlarında kısa pantalonlu bir çocuk görmüş. Evet,bütün bunlar senin mi?
Evet!! Adam inanamamış, nasıl olur ? deyince,
çocuk: Iddiada kazandım istersen seninle de iddiaya girelim.
Kazanırsan üç arabayı da alırsın. kaybedersen arabanı alırım.
Peki iddianin konusu ne? Çocuk gülmüş ve Yaptığım her şeyi yapabilirmisin? demiş. Adam bir an düşünmüş, sonra kendi kendine küçük bir çocuğun yaptığı her şeyi yapabileceği kararını vermiş, Evet demiş.
O zaman içeri gel demiş çocuk, İçeri girmişler, çocuk ; artık yarışma başladı, bundan sonra ben ne yaparsam aynısını yapacaksın, yapamazsan arabanı alırım, demiş ve bulundukları hole açılan tek kapıyı tıklatmış,
adam da hemen kapıyı tıklatınca içeri 95-65-95 ölçülerinde bir afet girmiş. Çocuk; "ablam.." diye tanıştırdıktan sonra kızın üzerindeki askılı elbisenin bir askısını çözmüş, adam da hemen diğer askıyı çözmüş.
Çocuk sütyenin bir kopçasını çözmüş adam diğer kopçayı.
Çocuk sütyenin bir askısını indirmiş adam diğer askıyı.
Kiz odanın ortasında yarı çıplak bir durumda kalmış.
Bizimki artık arabayı, iddiayı bırakmış nefesi kesilmiş bir halde kızı izliyormuş, kendi kendine;
"ah diyormuş su ufaklık olmasa da şu kızı..
" Ufaklık ablasının üzerindeki son parçanın bir tarafını aşağı doğru çekmiş adam diğer tarafı; sonuçta son parça da kızın ayaklarının dibine düştüğünde adam iddiayı artık tamamen unutmuş ve kanı damarlarında delicesine dolaşır bir durumda iken..
Ufaklık adama "hey amca demiş simdi gelelim iddiaya;" şortunu indirmiş; ve pipisini tutup ikiye katlamış.
sonra da: - hadi, demiş, yaptığımı yap bakalım !
Temel İstanbul a ilk kez gelmiş ve Bebek koyunda methedilen sinek barı arayıp durmuş.
En sonunda sinek barı bulmuş ve içeri girmiş. içkisini içerken kendikendine düşünmüş "Ya bu sinekli barın ne özelliği var herkes methetti hiçbir özelligi yok".
ihtiyaçtan tuvalete gittiğinde bir de ne görsün pisuvaraltındanmış ve pırıl pırıl parlıyormuş; "Demek buranın özelliği buymuş..." demiş.Geri dönüp içkisini içmiş. Ertesi aksam yine gelmiş. içkisini bitirince tuvalete gitmiş ki altın pisuvar orada yok. Kızgın bir şekilde geri dönmüş. Barmene çatmış :
"Hani buranın altın pisuvarı kardeşim bir özelliğiniz vardı o da yokşimdi".
Barmen kenarda duran iri yarı adama seslenmiş : "Sadullah abi gel dünakşam senin saksafona işeyen adamı buldum".
Temel Dallas'daki kuzeni Dursun'u görmeye gitmiş.
Dursun Temel'i havaalanında karşılamış. Beraberce dışarı çıkmışlar. Temel bir bakmış 10 metre boyunda bir limuzin! "Uyyy, amma da büyük bu,da!" Dursun hafifçe gülmüş. "Temelim burası Amerika! Bura da her bir şey büyük!" Yola çıkmışlar, Dursun'un çiftliğinin kapısından içeri girmişler. Git git bir türlü eve varmıyorlar. Temel şaşkınlık içinde: "Uyy, amma da büyük çiftlik daaa!" Dursun gene hafifçe gülmüş. "Temelim burası Amerika! Burada her bir şey büyük!" Neyse, akşam olmuş, yemek salonuna geçmisler. Salonun ortasında kocaman bir masa. Bir ucunda Temel bir ucunda Dursun. Temel Dursun'u taa uzaktan zor seçiyor. "Uyy!" diye baaarmış. "amma büyük masa, da!" Dursun'un sesi gelmiş "Temelim burası Amerika! Bura da herbirşey büyük!" Yemekten sonra Temel'in tuvalete gitmesi gerekmiş. Dursun: "Temelim, alt kata in, soldan üçüncü kapı" diye tarif etmiş. Temel alt kata inmiş ama sol yerine sağdan üçüncü kapıya girmiş. Orası evin havuzunun olduğu yermiş.Heryer karanlık olduğu için Temel elektrik düğmesini ararken havuza düşmüş. Can havliyle bağırmaya başlamış: "Sifonu çekmeyiiin!!Sifonu çekmeyiiin!"
Sabah saat 03:05 ile 06:30 arasında Batı’da bu hareketlilik yaşanırken bölgede de çok hızlı ve çok gizli askeri hareketlilik hakimdi. Ancak herkes kendi derdine düşmüş olduğundan bu olağanüstü gizli operasyondan kimsenin haberi olmuyordu. Böylece bu işi planlayanlar gecenin karanlığından da yararlanıp denizaltından parçaları
yüzeye vuran Tesla Makinesi’nin kalıntılarını toplayıp, yer altı ve yerüstündeki tüm >izleri yok etmeye çalışıyorlardı. Ve bölgeye son
hızla gelen Rus araştırma gemisi dahi sabah saat 06:30’ da bölgeye vardığında, havanın aydınlanmasıyla birlikte etrafta delil
olabilecek tek bir cisim bile kalmamıştı.Deniz altında oluşan radyasyon anlaşılmasın, dibe çöken kalıntılar araştırılmasın ve patlama sonucu
meydana gelen denizaltı krateri ve çukur ortaya çıkarılmasın diye bu bölge derhal askeri karantinaya alınarak dalışa yasak bölge ilan ediliyordu.Ancak bütün bu temizlikler yapıldıktan sonra Ecevit ve daha sonra da Demirel’in
bölgeye gitmesine izin veriliyordu. Amerika tüm imkanlarını seferber etti. Clinton Amerikan halkından Türkiye’ye yardım etmesini istedi.Kasım’ da Türkiye’ye geleceğini ilan edip; Ecevit’in de bu arada Amerika’ ya
(belki de binlerce şehidin diyetini konuşmaya) kendini ziyarete geleceğini haber verdi. İlk anda çok yadırgadığımız Sağlık Bakanı Osman Durmuş’un "yabancılara tek bir hasta bile vermem demesini, ABD Deniz Kuvvetleri’ne ait yüzer hastanede tek bir hastanın bile tedavi edilmediğini,750 ton yardım malzemesiyle yüklü bir İsrail gemisinin üç gün süreyle
gümrükte tutulmasını şimdi yadırgayabiliyor musunuz?
Enkaz altında binlerce Mehmet, Hatice, Ayşe ve Ali’ye karşı bir vicdan borcumuz var. o nlar geride gözleri yaşlı o n binlerce sevenlerini,
>sıcaklıklarından mahrum bırakırken, sırf Kaliforniya’da Johnny’ ler, Susan’lar ve Alice’ ler yaşasın diye yaşamdan çalındıklarını dünya bilsin.
Gece saat tam 03:00 da düğmeye basılacak ve Gece Şahini devreye alınacaktı. 1-2 dakika içinde de oluşturdukları muazzam enerjiyle
Marmara’nın altındaki tektonik tabakayı zayıf yerlerinden kırıp, aylardır oluşan basıncı dışarı atacaklardı. Böylece büyük bir deprem önlenmiş olacaktı.Ama o gece bir şeyler Doğa kendini yönetmek isteyenlerden bir kez daha intikam almıştı.45 saniye süren deprem, beklenenin 10.000 kat
üstünde bir güçle gelmişti. Zayıflayan ve titreyen elektrikler geri geldiğinde, gece saat 03:05’i gösteriyordu. Daha birkaç dakika öncesine kadar korunağın içinde şampanya patlatmayı bekleyenler, şimdi korkudan buz gibi donmuş, hareketsiz ayakta duruyorlardı. Kimsenin ağzını bıçak açmıyordu. o n binlerce insan,çoluk çocuk, o enkazın altında can
çekişiyor veya cansız yatıyordu. Bu tarihin >en büyük felaketiydi; hem de insan eliyle yaratılan...İşte o andan sonra çantalardan çıkan "Q planı"
çalışmaya başladı. İlk önce bölgedeki tüm haberleşme ve elektrik enerjisi
felç edildi. Kimsenin birbiriyle haberleşmesi istenmiyordu.
Cumhurbaşkanı dahi sabahleyin "benim de telefonum kesikti" şeklinde garip bir açıklama yaptı. Cumhurbaşkanı ve başbakan şaşkındı. Saatlerce"üzgünüz" bile diyemediler.>4 dakika içinde İsrail Başkanı Barak ve birleşik Devletler Başkanı Clinton ile irtibat kuruldu. O anda İsrail’ de Ben Gurion’ un Lod askeri havaalanından 4 adet savaş uçağı
eşliğinde 2 nakliye uçağı havalanıyordu. 2 dakika sonra da İsrail Deniz Kuvvetleri ve NATO Güney Deniz Saha Komutanlığı’ na bağlı
tüm birlikler DEFCON-4 acil durumuna geçirildi. Amerikan 6’ ncı filosuna bağlı >gemiler de rotalarını İstanbul’a çevirmek için Pentagon’dan emir aldılar. Bu arada devreye Avrupa ülkelerinin liderleri de giriyor ve
belki de o nlardan da Türkiye için sözleralınıyordu. Yunanistan
bile harekete geçirilerek Türkiye’ye karşı olan hasmane tutumuna son vermesi sağlanıyordu. Tüm Batı başkentleri hareket halindeydi, panik yoktu. Herşey kontrol ve koordinasyon altındaydı; bir tek Türkiye dışında. İsrailli askerler ve üst düzey subaylar o gece gölcük’te ne arıyorlardı?..
Bu devir teslim töreni her yıl yapılan rutin bir ulusal törendi. Uluslar arası bir kimliği yoktu. Bunun nedenini şimdi daha iyi anlıyoruz. Hiç kimse bu güne kadar hiç katılmadıkları bu devir teslim törenine neden katıldıklarını >sormadı. Ya şaşkınlıktan, ya da telaştan,enkaz altında kaç İsrail askerinin öldüğü, kaçının yaralandığını da soran olmadı.O felakette kaç
İsrail askerinin öldüğünü ne Genelkurmay yayınladı ne de İsrail böyle bir bilgiyi açıklamak nezaketinde bulundu. Herkese verdikleri imaj
ise oraya bir yardım için geldikleriydi. Hemen bir hastane kurdular. Esas amaçları enkaz altındaki askerlerini ve önemli askeri malzemeyi çıkartarak götürmekti. Biz de "Bak şu İsrail’e helal olsun, hemen yardımımıza koştu" diyerek sevindik.
17 Ağustos 1999, Gölcük Saatler gecenin üçüydü ve insanlar can
havliyle kendilerini evlerinden dışarıya atarken sanki bir kıyameti yaşıyor
gibiydiler.>Ali Kırca’ nın yönettiği Siyaset Meydanı’nda enkazdan
>kurtarılan bir bayan şunlarısöylüyordu "o gece ne olduğunu bilmiyorum ama bildiğim birşey var ki bu, depremden farklı bir şeydi". Bir iddiaya göre depremden hemen önce Gölcük’ten Avcılar’ a kadar geniş bir alanda görülen "ateştopu" ile ilgili bilimsel bir açıklama yapılamıyordu. Birtakım teoriler ortaya atılmaya başlandı. Kimine göre Ruslar bomba patlatmıştı.
Kimine göre de Yugoslavya’ya atılan bombaların yerkabuğunun dengesini
bozması sebebiyle depremin gerçekleştiğini söylüyordu. yapay
depremlerin olabileceği sonucuna da götürmektedir.
Bu teoriler arasında akla en yatkın olanı Future Times da yayınlanan araştırma dizisinde yer alan hikayeydi. Bu senaryoya göre;
San Andreas fay hattında meydana gelebilecek büyük bir
depremin Amerikan ekonomisine çok büyük zarar vereceğini bilen
ABD, yer kabuğundaki değişimleri izleyerek, daha deprem oluşmadan
tektonik katmanlar arasında artan basıncı değişik noktalardan patlatıp boşaltarak,büyük depremi küçük depremler haline dönüştürmenin yolunu bulmuştu.Yıllar önce Sırp asıllı Amerikalı bilimadamı mucit Nicola Tesla tarafından geliştirilen bu "düşük frekanslı elektromanyetik ışınımla
yüksek enerji nakli" tekniğini, hem Ruslar hem de Amerikalılar uzun zamandır bir silah olarak kullanmanın yolunu arıyorlardı. Bu
yöntemle, çok uzaktan, hatta uzaydan geniş alanlarda yapabileceklerdi.
Ancak, Pentagon yıllardır çok güçlü bir silah geliştirmek amacıyla üzerinde çalıştığı bu projeyi,bir yandanda barışçı "deprem indirgeme"
sistemine uygulamak suretiyle tepkileriazaltmayı ve fonlama devamlılığını sağlamayı amaçlıyordu.Bu nedenle proje önce Avustralya’ nın çıplak
ve seyrek nüfuslu kırsal bölgelerinde denendi ve geliştirildi. Daha sonra bunun deprem bölgelerinde denenmesine geldi sıra.
Değişik zamanlarda Kafkaslar’ da, Okyanus tabanında ve Güney Amerika’daki Ant Dağları’nda tektonik uyarılar verilmek suretiyle
deprem yaratma konusunda Amerika’da HAARP ve diğer askeri tesislerin
kumanda merkezlerinde yürütülüyordu.Bu arada; Türkiye, Japonya ve benzeri deprem bölgelerinde de sismik ağ şebekeleri kurularak bu bölgelerin tektonik verileri saniyesi saniyesine devasa bilgisayarların
kayıtlarına gönderilmeye başlandı. Ve gün geldi bu sistem Türkiye’de denenmek istendi. Bölge zaten yıllardır bu amaçla sismik espiyonaj
altındaydı. Nitekim gelişmeleri dikkatle takip depremden edenler, hemen sonra, Türk Telekom’un Türkiye’ nin sismik bilgilerini Pentagona
ileten NATO Üssü’nün iletişimini nasıl kestiğini ufak puntolarla gazetelere düşen >haberlerden hatırlayacaklardır.
ABD’nin asıl hedefi, Kuzey Anadolu fay hattındaki deneyden elde edeceği tecrübe ve bulguları,San Andreas fay hattına uygulamaktı. Bu iş yine
çok yüksek askeri gizlilik taşıdığından yürütme işi İsrailli uzmanlara verilmişti.Gerekli makine ve donanım gizlice denizaltılarlan Gölcük Üssü’ne getirilerek oradaki,yeraltı, denizaltı korunaklarına kuruldu. Türk makamları
durumdan detay bazda haberdar değildi.Deney başarılı olacağından sonunda kimse normal dışı bir şeyin olduğunu fark etmeyecekti.
1. Mikrodalga fırına kazara şifrenizi girersiniz...
2. Yıllardır gerçek kartlarla solitaire oynamamışsınızdır...
3. 3 kişilik ailenize ulaşmak için elinizde 15 farklı telefon numarası
vardır...
4. Yan masanızda oturan kişiye e-mail atarsınız...
5. Aileniz ve yakın dostlarınızla görüşememe nedeniniz e-mail adresleri
olmamasıdır...
6. Uzun çalışma temposunun ardından eve gittiğinizde telefonu hala
işteyken cevapladığınız gibi açıyorsunuzdur...
7. Evden bir yeri ararken, dış hatta çıkış yapmak için "9" u
tuşlarsınız...
8. Ayni masada 4 senedir çalışmanıza rağmen, 3 farklı şirket için
çalışmışsınızdır...
10. Şirketinizin küçülme kararını gece haberlerinden öğrenirsiniz...
11. Patronunuzun sizin yaptığınız işleri yapabilme becerisi yoktur...
12.Televizyonda izlediğiniz her reklamın altında web adresi vardır...
13. Cep telefonunuzu almadan evden çıkmak, ki 15 yıl önce hiç bir
Etkisi yoktu, artık sizin için bir panik nedenidir ve apar topar eve cep
telefonunuzu almak için geri dönersiniz...
14. Sabah uyandığınızda kahvaltı yapmadan internete girersiniz...
15.Bu yazılanları o naylıyor ve gülüyorsunuzdur....
16. Daha kötüsü bu e-maili kimlere ileteceğiniz kafanızda hemen
canlanmıştır...
17. Listede 9. numaranın olmadığını fark edemeyecek kadar
meşgulsünüzdür...
18. Yukarı bakıp 9. numaranın olup olmadığını kontrol etmişsinizdir.
Ve simdi KENDİNİZE GÜLÜYORSUNUZDUR !
SEVGILER........
Dürüstlük insan ahlakının temelidir. Ama dürüstlük nedir?
Yalan söylememek, kimseyi aldatmamak, kendi çıkarı için başkalarını kandırmamak, olduğundan başka türlü görünmemek dürüst olmak için yeterli midir? Değildir. Çağımızda bunlar da kalmadı elbette, ama dürüstlük bunlardan çok daha fazla, bunlardan çok daha başka bir şeydir.
Dürüst olmak, gerçekleri kabul etmektir.
Dürüst olmak, her şey ve herkes için aynı ilkeleri geçerli kılmaktır. Dürüst olmak, her zaman ve her koşulda doğru bildiğinin yanında olmaktır.
Bunlardan ötürü de dürüst olmak çok zor bir şeydir.Dürüst olmak en başta cesur olmayı gerektirir.Cesur olamadan dürüst olamazsın.Yalnız kalmayı göze alamazsan dürüst olamazsın.Çıkarlarından yoksun kalmayı göze alamazsan dürüst olamazsın.Dürüst olmak, bedeli çok ağır bir erdemdir.
Ama zaten bütün bunlardan ötürü de çok değerlidir.
O zaman insan neden dürüst olmanın peşinde koşsun ki?
Böylesine ağır bir yükü kim sırtlanmak ister?
Söze bakarsan herkes dürüst olduğunu söyler. Rahatça ve kolayca.
Ama biraz o nların yakınlarında durur, nelerden çıkar sağladığına bakarsan görürsün ki gerçekte dürüst değillerdir.
Her çıkar, ekonomik çıkar değildir .Duygusal çıkarlar vardır, kendi üstünlüğünü kabul ettirmeye dayalı çıkarlar vardır.Çok çeşitli çıkarlar vardır.
İnsanı baştan çıkaran da her çeşitten çıkardır.
İşte, insanı dürüst olmaktan uzaklaştıranlar bunlardır.
İnsan önce kendine karşı dürüst olmaktan vazgeçer.
Sonra da buna uygun kılıflar hazırlar.
"Koşullar" der, "Böyle yapmak gerekiyordu" der, "Sen işin iç yüzünü bilmiyorsun " der, daha sıkışırsa karşısındakini suçlar, tehdit eder, saldırır.
Ama ne yaparsa yapsın, dürüst değildir.Gerçekleri kabul etmeye yanaşamaz.
Ahlakın bir zekâ biçimi dir.Dürüstlük de bu ahlaksal zekânın birinci ilkesidir.Ama bak, dürüstlük insana neleri sağlar?
Öncelikle, dürüstlük öz değer yaratır. Kendine değer vermeyi öğrenirsin.
Öz değer kendine saygı duymayı yaratır, özsaygın olur.
Öz değer ile özsaygı da özgüveni yaratır.
Özgüveni olmayanlara dikkatle bakarsan görürsün ki özsaygıları ve Öz değerleri ya eksiktir ya da yoktur.Özgüven, temelsiz bir böbürlenme değildir.
Temelsiz bir böbürlenme, değersizliğini örtmeye yarayan bir özgüven taklididir.Özgüven, gerektiği zaman ortaya çıkan büyük bir güçtür.
Ama işte özgüven de baba parasıyla, dayı desteğiyle oluşmaz.
Özgüven senin bileğinin hakkıyla kazanacağın bir erdemdir.
Özgüven, dürüstlüğünün sana armağanıdır.Dürüstlük ,yaşamının temel taşı olursa kazanırsın.Hakkın olanı kazanırsın ki çok değerlidir.Doğru olanı kazanırsın ki başını hep dik tutmanı sağlar.
Kendini kazanırsın ki en büyük kazancındır.Geri yanı sana kendiliğinden gelir.
Doğru yerde durana doğru şeyler gelir.
Yaşamanın güzelliği bundan başka nedir ki?